23 Aralık 2010 Perşembe

Masum ve Haklı

ACIMASIZ

--DÜN--

Korku kanındaki basıncı artırıyordu. Öyle hızlı koşuyordu ki, ciğerleri sanki içerden ateşe verilmiş gibi yanıyordu. Bacak kaslarına o an birisi dokunsa, elleri tutuşurdu. Hani bir korku filmi izlersiniz de, tuvalete gidince istemsizce arkanıza bakmak istersiniz ya, sanki birisi o an kapıdan girip de arkadan sizi bıçaklayacakmış gibi… Sertel da arkasında görünürde birisi olmadığı halde, onu arayan birisi olduğunu bildiği için o korkuyla istemsizce arkasına baktı. Arkasına baktığı an da önündeki taşı göremedi ve ayağı taşa takıldı. Yüzünün üstüne düştü. Çenesine yerdeki paslı bir çivi saplandı ve hatta burnu çöp konteynırına çarparak kırıldı.

Kanı yüzünün her zerresine, bir sevgilinin sıcak eli gibi dokunuyordu. O sıcaklığı karşılıksız bırakmadı ve sağ eliyle o ele dokundu. Yerden kalkmaya çabalarken, az önce koştuğu dümdüz caddeyle kesişen bir ara sokaktan onun gölgesini gördü. Belli ki arkasından vuran ışık uzaktaydı. Gölgesi bu yüzden upuzun, incecik ve heybetliydi. Sertel’un sağ eli halen yüzünde olduğu halde gözlerini, korku tüm hücrelerine sinmiş bir şekilde açarak geriye doğru sürünmeye çalıştı. Bu arada destek aldığı sol eline de yerdeki kırık bir cam parçası battı. Acıyla haykırdı.

Gölge caddeden çıktı. Arkasından halen Sertel’in  az önce koştuğu caddedeki sokak ışığı vuruyordu. Yüzü karanlık içindeydi. Üstünde ucu kanlı siyah bir pardösü vardı. Bacakları aralanmıştı. Sağ elinde yere doğru uzanan sipsivri bir bıçak vardı. Başının gölgesi Sertel’in yüzünü kapıyordu. Sertel’in yüzündeki korku ifadelerini, ona doğru yavaşça yürürken, vücudunun geri kalan kısımlarının da gölgelemesine izin veriyordu.

Sertel daha fazla geriye doğru gidemedi. Olduğu yerde kaldı. Ağzını annesinden dayak yemek üzere olan bir çocuğun çaresizliğiyle açtı. Sağ elinin ayasını trafik polisi gibi ona uzattı.

“Bir daha buraya gelmeyeceğim… Yapma… Lütfen…”

Doğrusu Sertel’in ölümü hiç de tahmin ettiği gibi olmadı. O hep, ölürken karizmatik bir laf söylemeyi hayal ediyordu. Ölümünden sonra uzun yıllarca, efsaneleşmiş ölümünün konuşulmasını istiyordu. Pardösülü adam sipsivri bıçağı karın boşluğuna soktuğunda önce içinde bir soğukluk hissetti ve ürperdi. Hemen ardından dışarı süzülen kanının sıcaklığını hissetti. O sırada haykırdı. Eğer bu haykırmasını cümleden saymazsak son söyledikleri, az önceki yalvarma nidaları oldu. Karın boşluğundan sertçe çıkan bıçak acemice bir manevrayla boğazına saplanmak istedi ama refleksleri henüz ölmemişti ve son anda yana çekilebildi. Fakat bu daha ölümcül ve itiraf etmek gerekirse görsel bir şölen başlatan yaraya sebep oldu. Bıçağın sivri ucu şah damarına hafifçe dokundu. Sertel’in şah damarıysa dokunsanız kanayacaktı. Öyle oldu. Kan, bir yangını söndürmek için aceleyle hortumun ucundan çıkan itfaiye suyu gibi fışkırmaya başladı.

Durması için kaldırdığı sağ eliyle karnına bastırıyordu zaten. Yere destek olarak koyduğu sol elini de kan fışkıran boğazına dayadı, sanki eliyle tutmazsa ölecekmiş gibi. Öldü de zaten. Ama yerden destek almadığı için kafası boşluğa düştü. Yerde bir çivi daha vardı. Hatta dik duruyordu. O da arkadan kafasına saplandı. Çok gariptir ki, Sertel ölmeden önce paslı olduğunu tahmin ettiği çiviyi düşünüyordu. Son cümlesi “Yapma… Lütfen…” olmuştu ama son düşüncesi “Şu çiviyi hemen çıkarıp hastaneye gitmem lazım. Yoksa tetanos olacağım” oldu.

Pardösülü adam bıçağı cebine koydu. Aynı istikametteki duvara doğru yürüdü. Duvardaki kapıyı açtı ve kapının içindeki karanlıkta kaybolan gölgesine karıştı.


MASUMİYET

--DÜNDEN ÖNCE—

“Masumiyet bir yanılsamadan ibarettir. Masum olmadığına karar verdiklerimiz, sadece bizim kıt yorumlamalarımızın bir sonucudur. Hani hep anlatılan bir şehir efsanesi vardır ya; Bir adam falcıya gider ve falcı ona ilerde milyonlarca masum insanın ölümüne sebep olacağını söyler. Adam böyle bir vebalin yükünü taşıyamayacağı hükmüne varıp intihar etmeye karar verir. Tam kendini gelen trenin önüne atacakken rayların üstünde oynayan bir çocuk görür. Koşarak onu son anda kurtarır. Çocuk korkudan ağlarken adam onu sakinleştirmeye çalışır ve ona adını sorar. Çocuk da cevaplar: ‘Adolf Hitler’

Esasında Hızır’ın, Musa’yla olan hikayesinde, anlamlandırılamayacak işler yaparak Musa’nın sinirlenmesine ve en sonunda sabır sınavının kaybına sebep olmasına benzer bu hikaye. Fakat doğruluk payı yok mu arkadaşlar? Medyum olmak zorunda tabi ki değiliz. Ve kimlerin günahkar, ne kadar günahkar olduğunu bilmemize imkan yok. O halde biz sadece gördüklerimizden ibaret olan o çok kısıtlı veriye dayanarak insanları nasıl olur da günahkar ya da masum olarak adlandırabiliriz? Esas şudur ki, eylem vardır, günah yoktur. Günah bizim gördüklerimizden, vicdanımızı aklamak için çıkardığımız korkak bir sonuçtur. Teşekkür ederim.”

 Kayla, dersin bitecek olmasının da etkisiyle coşkulu bir alkış eşliğinde gülümseyerek kürsüden indi.

Dersin hocası boğazını sildi. “Kayla’nın sunumu oldukça etkileyiciydi. Yarın için sizden bugünün sunumları üzerine yorum yapmanızı istiyorum. Kayla’nın günah üzerine yaptığı çıkarımı da lütfen detaylı yorumlandırın. İyi günler.”

Kayla arkadaşlarının iltifatlarına gülümseyerek karşılık verdi. Onun çıkarımına karşı çıkan birkaç kişiye de kürsüde yaptığı konuşmanın özetini geçti. Yorucu bir ders sonrası geyiğinden sonra kendini güçlükle kampüsten dışarıya attı.

Hava soğuk ve rüzgarlıydı. Rüzgarı göğsünde yumuşattı ve ağır bir şekilde otobüs durağına doğru yürüdü.

Otobüse bindi ve boş bulduğu yere oturdu. Burnu soğuktan kıpkırmızı olmuştu. Ellerini daha çabuk ısıtabilmek için cebine soktu. Telefonu da tam bu sırada çaldı. Henüz kimin aradığını bilmeden gülümsemeye başladı. Ondan başkası olamazdı.

“Aşkım … İyiyim hayatımın anlamı. Hava ne kadar soğuk biliyor musun? Keşke şimdi elimi sen ısıtsaydın … Kurban olurum ben sana. Sen nasılsın canımın içi? ... Akşam sana geliyorum bebeğim … Öyle mi? Yerim seni ben ya … Tatlım neredesin sen? … Aşkım lütfen artık oraya gitme … Bir şey olur ya da olmaz, sevmiyorum ben orayı … Sevmiyorum bir tanem … Sevmiyorum. Kötü bir yer orası. Çok ıssız …”

Kayla sevinçle başladığı telefon konuşmasını kaygılı bir alın kırışıklığıyla devam ettirirken, gözleri çapraz koltukta ona bakan bir adamda takılı kaldı. Gayri ihtiyari ona gülümsedi. Adamın siyah uzun bir pardösüsü vardı. Elleri cebindeydi ve hayra alamet olmayan bir gülümsemeyle Kayla’yı izliyordu.

Kayla telefonu kapadıktan iki durak sonra, yanındaki kişi inmek için kalktı. Pardösülü adam da bunu bekliyormuşçasına oturduğu yerden kalktı ve Kayla’nın yanına oturdu.

“Merhaba” dedi.
“Merhaba?”
“Çok sevdiğim bir arkadaşımın çok sevdiğim bir kız arkadaşına çok benziyorsunuz. O yüzden bakıyordum size, yanlış anlamayın lütfen.”
“Rica ederim.”
“İsminiz nedir acaba?”
“Kayla.”
“İlginç bir isim. Anlamı ne?”
“Yunanca saf, pak, masum anlamına geliyor.”
“Çok güzel. İlginç bir kadına benziyorsunuz. Sizinle acaba bir yerde oturabilir miyiz?”
“Kusura bakmayın benim bu durakta inmem gerekiyor.”
“Ah. Öyle mi? İnin bakalım.”

Kayla korkudan aceleyle yerinden kalktı ve “İnecek var” diye bağırdı. Şoför aynadan ters ters baktı. “Minibüs değil hanımefendi” dedi. Kayla ilk durakta halen seri bir şekilde nefes alarak aceleyle otobüsten indi. Koşarak otobüsün önünden yolun karşısına geçti ve aceleci adımlarla evine doğru yürüdü. Bir an olsun arkasına bakmak aklına gelse, onun karşıya geçmesinin ardından yoluna devam eden otobüs geçtikten sonra, orada elleri cebinde onu izleyen pardösülü adamı görebilecekti.

Kayla apartman kapısına geldiğinde nefes nefese kalmıştı. Elleri titreyerek anahtarını çıkardı. Apartmanın dış kapısını üç denemede açabildi. Tam kapıyı sertçe kapatacakken, kapıya bir el yapıştı. İrkilerek arkasını döndü ve kapıya yapışan el ağzına yapıştı. Elindeki anahtarı aldı. “Kaçıncı daire? Akıllı ol, buraya leşini sererim.”

Kayla’nın gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Boştaki eliyle üç yaptı. Kayla o kadar saftı ki, karşı koymak bile hamurunda yoktu. Pardösülü adama bırakın karşı koymayı, sesini çıkarmak bile aklına gelmedi. Adam halen onun ağzını sıkı sıkıya kapatıyordu ama kapatmasa bile Kayla sesini çıkarmayacaktı.

Evin kapısını adam açtı. Kayla’yı hışımla içeriye fırlattı. Kayla dizlerinin üstüne düştü. Düştüğü gibi de arkasına döndü. Düşerken başını ayakkabılığa vurmuştu. Alnı kanıyordu. Sağ eliyle alnını tuttu ve sol elini de destek almak için yere koydu. Kaşları yukarı kalkmış, ağzı açılmıştı. Tek bir ses çıkarmaması görüntüyü pardösülü adam için daha komik kılıyordu.

Adam kapıyı yumuşak bir şekilde kapadı. Yavaş adımlarla kıza doğru yürüdü.

“Bana neden gülümsedin?” diye sordu.
Kayla cevap veremedi. Hıçkırır gibi sesler çıkardı.
“Bana neden gülümsedin ulan orospu?”
“Pardösün çok güzel. Aynısından sevgilimde de var.”
“Öyle mi? Sevgiline nasıl veriyorsan, bana da öyle ver.”

Kayla sessiz ağlıyordu. Sesini halen çıkaramıyordu. Ağlarken bile. Adam ona yaklaşırken çığlık atmak için ağzını açtı ama çığlık atamadı. Hayatı boyunca çığlık atmamıştı ve bu yüzden utanıyordu. Sadece adam pantolonunu indirirken ağlar gibi bir ses çıkardı. “Yapma… Lütfen…” dedi. 

Eğer tecavüze uğrarken ve pardösülü adamın hıncını alamayıp cebindeki bıçağı ona saplarken çıkardığı inlemeleri saymazsak onun da son sözleri bu oldu.

Pardösülü adamın kaybolduğu karanlık apartman koridorunda, Kayla’dan, telefonuna cevap vermediği için şüphelenen ve eve baskın yapmaya karar veren Eftal süzülürken evin kapısını açık görüp şaşırdı. İçeri girdiğinde sanki her zaman gördüğü bir şeymiş gibi yerde kanlar içinde boğazı parçalanmış sevgilisinin yanında diz çöktü. Sevgilisinin ona doğum günü hediyesi olarak aldığı pardösünün paçalarına onun kanı bulaştı. Dişlerini, dişetleri kanayana kadar sıktı. Başını elleri arasına aldı.

Kinden kıpkırmızı olmuş gözlerinden ince bir damla süzüldü. Damla ağzına girmeye çalıştı ama dudakları öylesine sıkı kapanmıştı ki, ağzının içine giremedi.

Eftal kendine gelip polisi aramadan, olay yeri inceleme ekipleri gelmeden önce bir kartvizit buldu. Bu kartvizitten polise hiç bahsetmedi. Polis onun ifadesini alırken cebinde sıktığı yumruğun içinde buruşturmuştu. Bir barın adresi vardı kartvizitin üstünde. Bir de isim: “Sertel Tekin”

SEVGİ

--İKİ GÜN ÖNCE—

Buğlem 16 yaşındaydı. Bembeyaz teni, çilli, tombul, kırmızı yanakları, yeşil gözleri vardı.  Gülünce yanakları daha da toparlanıyor, şişko bir eriğe benziyordu. Gözleri de kısılıyordu. Onu tanımayan birisi, o güldüğünde hiçbir şey göremediğine yemin edebilirdi. Binlerce sene önce yaşasaydı ve erkek olsaydı kendi çapında bir Nuh Peygamber olabilirdi. Evinde abisinin tüm itirazlarına rağmen beslediği biri yavru iki kedi, bir köpek, iki kaplumbağa ve bir hamster vardı. Abisi onu sürekli hamsterını kedilere yem yapmakla tehdit ediyordu. Her tehdit sonunda da Buğlem hüngür hünğür ağlıyor ve yapmayacağını bilse de abisine bunu yapmaması için yalvarıyordu.

Abisine o sabah da her sabah olduğu gibi kahvaltı hazırlıyordu. Mutfakla salon iç içeydi. Mutfak tezgahının hemen dibinde tekli bir koltuk ve onun yanında da ikili bir koltuk vardı. Karşıdaysa bir televizyon. Mutfaktan uzanan koridorsa abisinin yattığı odaya uzanıyordu. Evin tipi, paralel kenarlardan uzun olanının içi oyulmuş bir yamuğa benziyordu. Abisinin kapısı, içeriye hırsız girebilir diye sürekli açıktı. Bu yüzden kızaran sucukların kokusu alarm gibi onu uyandırırdı.

Buğlem abisinin kalktığını duydu. Topuklarını yere vurarak mutfak-salonun olduğu yere doğru geliyordu.

“Günaydın abiciğim.”
“Günaydın aşkım.”
“Bak omletine peynir de kattım bu sefer.”
“İyi yapmışsın. Çay koyma, kahve içeceğim.”
“Tamam abiciğim.”

Buğlem abisine hayrandı. Nasıl olmasın ki? Ailesinin onu zorla evlendirmeye çalıştığı yaşlı kart herif, evlenmeden önce ona tecavüz edecekken, adamı öldürmüş, Buğlem’i alıp İstanbul’a kaçırmıştı. Şimdi de burada, polislerden kaçarak onu okutmaya çalışıyordu. Buğlem’e sahte bir kimlik bile çıkarmıştı.

Buğlem abisi peynirli omletini, çapaklı gözlerini elden geldiği kadar açarak yiyen abisine baktı. Endişeyle alnını kırıştırdı.

“Abi…” dedi.
“Hııı?”
“Seni çok seviyorum biliyorsun değil mi?”
“Sabah sabah rakı mı içtin lan?”
“Yok abi ya. Ama çok seviyorum.”
“Tamam güzelim. Ne istiyorsun söyle bana, köpeğin olsun.”
“Bir şey istemiyorum abi. Aslında istiyorum da öyle bir şey değil.”
“Ne ya?”
“Abiciğim, seni ne olursan ol seveceğim hep biliyorsun değil mi?”
“Ya bebeğim söylesene ne istediğini? IPhone mu?”
“Hayır abi ya! Abi buradan gidelim mi?”
“Ne saçmalıyorsun sen Buğlem?”
“Ciddiyim abi.”
“Eee?”
“Abi gidelim buradan. Kötü hissediyorum ben kendimi.”
“Birisi bir şey mi yaptı sana? Doğru söyle.”
“Hayır abi. Öyle bir şey değil. Senin için kötü hissediyorum.”
“Ne alaka be?”
“Abicim, yakışıklım. Sen beni her şeyden çok seviyorsun biliyorum. Ama burada kötü şeyler yapıyorsun sen.”
“Keyfim için mi yapıyorum lan?”
“Öyle değil abi. Abi sana bir şey olursa, haksız olsan bile, üzülürüm ben ya.”
“Bebeğim benim. Üzülme sen. Benim adım Sertel, yoktur bende ne evvel, ne ezel.”

Sertel, Buğlem’in yeni bir şey söylemesine izin vermeden kalktı, yağlı dudaklarıyla kız kardeşini öptü ve üstünü giyip dışarı çıkmak için odasına gitti.

Buğlem depremin olacağını hisseden tavuklar gibi endişeliydi. Abisi üstünü giymiş, ayakkabılarına ayağına geçiriyordu. “Bu pardösü çok güzelmiş güzelim. Benzer bir şey alsana bana.”

Buğlem kafasını olumlu manada salladı.

Sertel, kapıyı açtı ve koridorun patlamış olan ışığına bir kez daha küfrederek karanlıkta kayboldu.

HAKLILIK

--BUGÜN—

Tuvaletin tavanındaki çatlayıp yere doğru bükülmüş olan kirecinden mütemadiyen su damlıyordu. Damladığı yerde öylesine nizami bir çember oluşturmuştu ki, üzerine kafa yorabilecek bir insan tavanın iradesi ve damlaları yönetme gücü olduğunu düşünürdü. Bu olası düşünceyi Eftal’in ayağı bozdu. Üstüne bastığı damla gölcüğünü acımasızca yok etti. Elbette damlalar kendilerine göre uzun ama insana göre kısa bir zaman dilimi içinde aynı şekle yine bürünecekti. Yine de Eftal, onlara büyük bir puştluk yapmıştı.

Eftal, lavabonun kenarlarından tutundu. Başını lavaboya eğmişti. Lavabonun giderinden yukarıya doğru yükselen sümük, sarı lekeler ve adını koyamadığı pisliklere bakıyordu. Bu görüntü midesini bulandırmışçasına kafasını ağır bir şekilde kaldırıp aynaya baktı. Aynada gördüğü görüntü daha da midesini kaldırdı ve dayanamayıp boş midesini dışarıya çıkardı. Çıkan sadece iğrenç kokan bir safra oldu.

İlk kez insan öldürmüştü. Aynaya baktığında, gözünün önüne, halen cebinde olan bıçağın Sertel’in şah damarına usulca değmesine rağmen, tazyikli bir şekilde kan fışkırmasına sebep oluşu geliyordu. Sonra biricik Kayla’sının parçalanmış boğazını düşünüyordu. Rahatlamış gibiydi. Bir masuma karşılık bir kötüyü yok ettiğini düşünüyordu.

“Ben intikam almadım. Bir kötülüğü yok ettim yer yüzünden.”

Kaşlarının üstünden aynaya bakıyordu.

“Nasıl yaptım lan?”

Başını iyice geriye attı. Boynundan cızırdayan bir hoparlöre benzeyen sesler çıktı. Gözleri kapalıyken saatin geldiğini hissetti. Otobüs kalkacaktı. Onu Mardin’e götürecek ve Mardin’den Suriye’ye gitmesine olanak kılacak olan otobüs…

Sarhoş gibiydi. Sallanarak doğruldu. Ellerini tekrar cebine koydu ve tuvaletten dışarıya çıktı. Sola dönüp otobüse gidecekti ama soluna döndüğü an kendisine doğrulmuş bir namlu gördü.

Namlu titriyordu. Namluyu tutan el terden sırılsıklam olmuştu. Ellerin sahibi olan vücut, şiddetli bir depremde sallanan kitaplık gibi düşmeye can atıyordu. O bedenin sahibi olan gözler korkuyla bakıyordu.

“Lütfen… Kıpırdama…”

Buğlem aslında bütün gün boyunca içinde her köşesini kontrol ettiği Harem’de, her adımında onu bulursa yapacağı konuşmayı hazırlamıştı. Ama şimdi aklına o etkileyici konuşmanın bir tek kelimesi bile gelmiyordu. Abisinin dolabını bir ipucu bulmak umuduyla karıştırırken bulduğu silahı beline takarken, soğuk çelikten ürpermişti. Sonra da belki kaçmak için oraya gelir diye, Harem’e gelmişti.

Şimdi elleri ne yapacağını bilmez bir şekilde titreyerek, abisinin katiline silah doğrultuyordu.

Eftal şaşkındı.

“Sen kimsin?” diye sordu.
“Adam öldürmek senin için alışkanlık herhalde. Sence kimim?”
“O pislik için mi bana silah doğrultuyorsun?”
“Kes sesini. O pislik benim abimdi.”
“Öyle mi?”
“Benim her şeyimdi. Bana yeniden hayat verdi.”
“Benim hayatımı aldı.”
“Ne yaptı sana? Ne yaptı da…”
“Benim hayatımı aldı o küçük kız.”
“Ne yaptı?”
“Sen beni nasıl tanıdın ki?”
“Üstündeki pardösüden. Abimindi o. Onu da çalmışsın.”
“Abinin değil bu. Bunu ban…”
“Kes sesini. Abimin üstünde pardösüsü yoktu. Çalmışsın bunu da.”
“Abin benim sevgilime tecavüz etti.”
“Hayır.”
“Abin benim sevgilimi öldürdü.”
“Hayır.”
“Ben gideceğim.”
“Hayır.”
“Bir kötülüğü yok ettim ben. Kötülük için ceza çekmeyeceğim.”
“Hayır.”

Eftal, Buğlem’in üzerine doğru yürüdü. Otobüslerin olduğu yere gitmekti amacı.

“Yapma… Lütfen…” dedi Buğlem. “Gitme. Kıpırdamasana. Kıpırdama… Teslim ol. Cezanı çek. Kötülüğün kapısından girme. Cezanı çek.”

Eftal, elleri cebinde yürüyordu. Birden bir silah sesiyle sanki kırmızı ışık yanmış gibi durdu. Bacağında bir sızı vardı. Sol elini cebinden çıkardı ve bacağını tuttu. Eline kan bulaştı. Kocaman açılmış gözlerini Buğlem’e doğrulttu. Buğlem’in elindeki silah onun bacağına doğru bakıyordu. Kızın burun delikleri korkuyla açılmıştı. Sanki yaptığı işin kötülüğünü koklamak istiyor gibiydi.

“Gitme” diyebildi titreyen sesiyle. “Gitme. Haklı olsan da cezanı çek, gitme.” Eftal bir adım daha attı ve bir silah sesi daha duyuldu. O kurşun topuğunu parçalamıştı. Yere çöktü. Buğlem istemsizce ona doğru yürüdü. “Gitme” dedi. “Cezanı çek… İzin vermeyeceğim gitmene… Yapma… Lütfen…” Dibine kadar yaklaşmıştı Eftal’in. Çocuğun yarasına bakıyordu, nasıl kanadığına. Çok kötü bir iş yapmış da, utanırmış gibi kızarmıştı. Yanakları kıpkırmızı olmuştu.

Tam yarasına daha yakından bakmak için eğilmişken elleri boşaldı, silahı yere düştü. Ellerini boğazına götürdü. Boğazına saplı olan bir şeyi yakaladı. Sevgilisine çok uzun zaman sonra kavuşmuş bir aşık gibi, bıçağın dışarıda kalan kısmını tuttu. Çıkarmak için uğraşmadı. Zaten gücü kalmamıştı. Yere yığıldı. Kan fışkıramıyordu boğazından. Bıçağın yanlarından yoğun bir şekilde süzülüyordu. Nefes almak için çaba gösteriyordu. Göğsü yukarıya doğru yükselip iniyordu. Ölmesi kısa sürdü. Buğlem ölmeyi hiç düşünmüyordu. Buğlem kendisine tecavüz etmeye çalışan kart ihtiyara bile yalvarmamıştı. Kimseye yalvarmayacağına dair kendine söz vermişti. Son sözleri “Yapma… Lütfen…” oldu.

Eftal güçlükle ayağa kalktı. Sol ayağının üzerinde duramıyordu. Duvardan destek alarak ayakta durdu. Arkasına döndü. Bu halde otobüse binemezdi. Arkasındaki duvarda bir kapı vardı. Yürüyebileceği bir şey bulabilirdi orada. Kapıyı açtı. İçeriye girdi. İçerisi karanlıktı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder