6 Ocak 2011 Perşembe

İki Var Bir Yok Eder

Simsiyah bir oda galiba. Benim tahminime göre dipsiz bir karanlık söz konusu. Ayın güneşten saklandığı, yıldızların bulutlardan kendine yol bulamadığı bir zifiri karanlığın en ortasıymış gibi sanki… Hani düşünceleriniz resmi geçit töreninde uygun adım gözünüzün önünden geçer de, gözünüz kapalıdır, karanlığın içinde sadece onların sesini duyarsınız ya… İşte öyle bir karanlık diyeyim size.

O karanlığın tam ortasında duran bir adam var. Uzun saçları rüzgara sinirlenmiş bir okyanusun suları gibi dalgalı. O saçların bir kısmını başının üst tarafında toplamış, altta kalan diğer kısımlarının da ayağa kalkmaya hazırlanan bir savaşçı gibi omuzlarına bırakmış. Başının tam üstüne bir ışık vuruyor. Kaynağı yok ışığın. Sanki havada asılı duran bir kandil gibi… Alnına saçlarının gölgesi vuruyor, çıkıntı gibi duran kaşlarıysa aydınlık içinde. O çıkıntı gözlerini gölgede bırakıyor.

Üstünde “Blood For Love” yazan siyah bir t-shirt var. Onun üstündeyse siyah, deri kapüşonlu bir mont var. Mont kalın ama tüm vücuduna öyle bir darlıkla oturmuş gibi sanki vücudunun parçası gibi duruyor. Bacaklarına yırtık bir kot pantolon geçirmiş. Hayvan gibi paraya alınmış yırtık kotlardan değil, fazla giymekten yırtılmış. Ayağında artistik çivili topuğu patlamış beyaz tabanlı siyah bir spor ayakkabı var. Sağ kolunda birisi sivri aksesuarlı, ikisi düz örgülü üç deri bileklik var. Adamın sol koluysa yok. Gözükmüyor.

Ağzında bir uzun Marlboro var. Ciğerine sevgilisine kavuşmaya çalışan aptal bir liseli gibi hızla giren sigara dumanı, umduğunu bulamamış bir ergen gibi hızla ağzından çıkarken, şerefsizce yakan soğuğa karışırken buhar şeklinde varlığını hissettiren nefesiyle karışıyor.

Adam gölgede olan gözleriyle besbelli ki sana bakıyor. Ve anlatmaya başlıyor: “Bir yokmuş, iki yokmuş…”

BİR YOKMUŞ, İKİ YOKMUŞ

“İki yokluğun varlığı birlik edermiş. İki varlığın birliği belki de hiç olmayabilirmiş. Hiç yokken, var olmuş iki sevgili vardı.”

Duman şımarıktı. Hep öyleydi zaten. Bacadan çıkarken bir vücut çıkıp, özgürlüğün tadını aldığı an etrafa dağılır ve kısa süre içinde de o sonsuz özgürlük içinde kaybolurdu. Yine öyle kayboldu. Ona yol gösteren bacanın içi, dumanın nankörlüğünün bir eseri olarak simsiyahtı.

Baca bir dev anasının bacağı gibi evin içine kadar sokuluyor, oradan sobaya giriyordu. Aslında sobaya “Bacağım girsin” der gibiydi ama onların ilişkisi gönüllüydü. Ne soba ne de baca şikayetçiydi bu zorbalık olarak görünen sokuş emrivakisinden.

Sobanın başında oturan çocuğun kahverengi gözlerinde, sobayla bacanın zoraki aşkının meyvesi olan alevler dans ediyordu. Sobanın tam üst kısmından arkası, çıkan ısı yüzünden yanan havanın dalgalanmasına esir olmuş, kendini göstermiyordu. Çocuğun alnıyla komşu olan kısmında dümdüz olup, şakağına ve burnuna doğru inen kaşları kalkmış, alnı da kırışmıştı. Sobanın önünde yere oturmuş, bacaklarını çapraz yaparak göğsüne çekmiş ve kollarını da dizine kavuşturmuş bir şekilde, yanı başında dönen bunca aşk ve nefreti umursamadan karanlık odada uyuyan sevgilisini düşünüyordu.

Sevgilisi çok hastaydı. O kendini bildi bileli hastaydı. Top gibi bir çenesi vardı. Çenesinin tam ortasında bir de gamzesi vardı. Burnu minicik ve yukarıya doğru kalkıktı. Minik kulakları vardı ama hiç belli olmuyordu. Uzun ve düz kumral saçları o kulakları hep örtüyor, sanki kulaklarının küçüklüğünün bir zayıflık olarak algılanmasının önüne geçiyor gibiydi. Karanlık odada kim bilir nasıl bir kabus görerek uyuyordu ki, geniş alnı ter içinde kalmış, battaniyeyi boğazına kadar çekmiş bir şekilde, arada dudakları da kıpırdayarak uyuyordu.

Yatağı, odanın tam köşesinde duran pencerenin hemen yanındaydı. Oda o kadar küçük ve asimetrikti ki, ikinci bir pencere daha yoktu ve yatak odanın geniş kenarını tamamen kaplıyordu. Yatağın tam ayak ucunda, duvarda asılı bir ayna vardı. Kızcağız kalkınca, halen yaşayıp yaşamadığını anlamak için ilk olarak o aynaya bakıyordu.

Aynanın yarım metre kadar yanında, yatağın ayak ucunun bittiği yerde uzun ayaklı bir komodin vardı. Üstünde bir sürü gereksiz ıvır zıvır vardı. Krem, pipet, anahtar, halen tavana asılmayı bekleyen fosforlu bir yıldız… Ve hiçbir zaman kullanılmayacak olan iki kişilik eldiven…

Odayı sadece pencereden giren ay ışığı aydınlatıyordu. Bir de içerideki odada, sobadan sızan yasak aşkın piçi olan alevler. Davetsizce olmayan kapıdan süzülüp kızın tenine dokunuyolardı.

Kız birden bağırarak uyandı. “Gitme!”

Çocuk hemen yerinden kalktı ve sırtı dönük olan karanlık odaya döndü, üç koşar adımda sevgilisinin yanına gitti. “Buradayım.” Kızın alnındaki teri sildi. Yatakta doğrulmuş olan kıza sarıldı. Saçlarını okşadı, sanki yeni bir nota keşfetmiş olan parfüm uzmanı gibi uzun uzun kokladı saçlarını. Kollarını bıraktı ve kızın yüzüne baktı. Saçlarının bir kısmı, terli suratına yapışmıştı. Onların her birini altın işçisi gibi tek tek aldı ve ait olduğu yere götürdü.

Kız endişeyle ona bakıyordu. “Bir rüya gördüm. Aydınlıktı… Çok aydınlık. Sen karanlıktaydın. Aydınlık çok fazlaydı. Beni içine çekti… İçine çekti beni götürdü. Benim gözlerim halen senin olduğu yerdeydi ama vücudum aydınlığın içinde eridi gitti. Gittim sevgilim…” dedi ve ağlamaya başladı. Sobadan fışkıran alevler gözünden süzülen yaşların üstünde dans ediyordu, dalga geçer gibi.

Çocuk bir eliyle kızın sağ yanağını tuttu, diğer eliyle de gözlerinden süzülen olağan misafirleri sildi. “Sen bir yere gitmiyorsun ki sevgilim” dedi. “Senin bir yere gitmene izin vermeyeceğim. Belki üzüleceksin. Bir birlik olmayacak aramızda. Belki ben gideceğim ama sen iyi olmadan değil. Birlik olmayacak ama yokluk da olmayacak sevgilim.” dedi. Kız yine ağlamaya başladı. Göz yaşları zaten her gün o gözlerden çıka çıka yolu öğrenmişti. Hep aynı yerden akıyorlardı. Asla gözünün burnuna yakın yerinden süzülmüyorlardı. Hep gözünün dışa bakan kısmının birkaç milim içinden birkaç minik kavisle aşağıya koşuyorlardı.

“Ya ölürsem ben…” dedi kız. Ağlamaya başladı. “Ya sensiz gitmek zorunda kalırsam.”

“Ölmeyeceksin sevgilim. Sen bir yere gitmeyeceksin.”

“Ama sen?”

“Ben olmayabilirim.”

Göz yaşları depara kalktı.

Çocuk ayağa kalktı. “Sana sütünü getireyim” dedi. Kızı alevlerin cızırtısıyla baş başa bıraktı. Kız sanki gözünün önünden o sahneler geçecekmiş gibi başını ellerinin içine gömdü, hıçkırarak ağlamaya devam etti.

Çocuk elinde süt dolu bir bardakla geri geldi. “Al canım. İç bunu.”

Kız artık süt içmeyi garipsemiyordu. Başlarda garip gelmişti. Hem sütün tadı değişikti hem de süt içmenin ona nasıl bir yarar sağlayacağını anlayamamıştı. Ilık sütü bir dikişte içti. Dudaklarının kenarlarında beyaz bir bıyık oluştu. Çocuk gülümsedi. Eliyle sütü de sildi. Gülümsedi, gülümsedi. Burnu kanadı. Birden panikledi.  Sanki akan, kızın kanıymış gibi panikledi. Hemen iki parmağını da burun deliklerinden soktu.

Kız “Bir şey olmaz. Korkma. Geçer” dedi. Zaten kan da kendisine şiddetle başkaldıran parmakları görünce korkup geri çekilmişti. Çocuk parmaklarını çıkardı, sanki büyü yapmaya hazırlanıyormuş gibi iki parmağını da gözlerinin önünde tuttu. İki parmağını da yavaşça ağzına götürüp yaladı. Kız şaşkınlıkla onu izliyordu. “Ne yapıyorsun sevgilim?” diyecekti ki, konuşma kabiliyeti sevgilisinin sabotajına uğradı. Kelimelerin  dökülmesi gereken yerde o tanıdık olan ama bu sefer kan tadı olan bir dudak vardı. Öyle uzun öpüştüler ki, benim bile içim gıdıklandı. Öyle şehvetli öpüştüler ki, alevler bile kıskandı, söndü. Öyle masum öpüştüler ki, ay ışığı onların masumiyetine halel getirmekten utandı, saklandı. Öyle çocukça öpüştüler ki, ayna onların haline katıla katıla güldü.

Orada, tek kişilik yatakta ter içinde seviştiler.

Seviştikten sonra çocuk üstünü giydi. Gözlerinin kenarındaki ya terdi, ya da yaştı. Kıza baktı. Kız halen derin bir şekilde soluyordu. Çocuk konuştu:

“Sevgilim. Sen iyi olacaksın tamam mı? Ayağa bile kalkacaksın. Sütünü asla ihmal etmeyeceksin. Her gün hem sabah, hem akşam sütünü içeceksin.”

“Sen içirmeyecek misin zaten sevgilim?”

“Ben gidebilirim tatlım.”

“Hayır sevgilim. Yapma. Gitme.”

“Gitmek zorundayım.”

“Bana bunu yapma. Yalnız ölüme terk etme beni.”

“Gitmek zorundayım sevgilim.”

“Bana kim bakacak, beni kim sevecek? Beni kim yaşatacak?”

“Sütünü iç sevgilim.”

Mutfaktan yatağın başucundaki komodinin üstüne bir boru uzanıyordu. Komodinde, kızın uzanabileceği bir düğme vardı. O düğmeye basınca, borudan akan süt, ucuna konan bardağa doluyordu. Çocuk düğmeye bastı ve bir bardağa süt doldurdu. Onu kendisi içti.

“Sütünü içmezsen ölümü gör sevgilim” dedi ve gitti. Kız arkasından haykırarak ismini sayıkladı, bağırdı ama nafile.

Ev bomboş kaldı. Soğudu. Alevler sustu, dans etmeyi kesti. Baca özgürlüğe kapı olmayı bıraktı. Ay ışığı bulutların ardına saklandı. Kız her gün düğmeye basıp sütünü içti. Her gün içti o garip sütü. Birkaç hafta sonra ayağa kalktı. Yürümeyi yeni öğrenen bir bebek gibiydi. Acemi adımlarla, sonu düşmek olan bir filmin kötü yazılmış senaryosu gibi ilerliyordu adımları.

Mutfağa ulaştı. O ana kadar dayanmış olan bacakları kendini bıraktı. Haykırarak yere yığıldı.

Mutfakta çok büyük bir kazan vardı. Kazanın dibinde beş parmak kadar pembeye çalan süt kalmıştı. Kazanın üstünde ayaklarından asılmış bir şekilde duran çocuk vardı. Uzun saçlarından süzülen kan damlaları pıhtılaşmış, dalgalı saçlarıyla huzurlu bir şekilde uyuyordu. Çocuk sol kolunu kesmişti. Sol kolu büyük ihtimalle henüz dibine ulaşmamış olan sütün içinde yatıyordu. O kesik koldan fışkırmış olan kan sadece kazana boşalmakla kalmamış yüzünü de kendi kanına boyamıştı.

Aşağıya sarkan sağ kolundaysa, kazan fikrini keşfetmeden önce kızın sütüne kan koymak için açtığı minik deliklerin izi duruyordu.

“Kimi zaman yokluk, varlık yaratır, demişti bir keresinde. “