29 Ekim 2010 Cuma

Küçük Bir Suç

“Aslında biz de öğrencilerimizin tiyatro, müzik, resim gibi aktivitelere yönelmesini istiyoruz. Ne de olsa hayat sadece matematik, fizikten ibaret değil Halel’ciğim. Ah, bizim zamanımızda olacaktı böyle imkanlar. Sana gençliğimde çizdiğim resimleri göstersem ‘Bunları çizen Nuriye Hoca olamaz’ dersin.”

Halel bütün dişlerini göstererek gülümsedi. Ağzından pıf diye bir de ses çıkardı. Yan yana üç basket sahası ve bir voleybol sahası bulunan lise bahçesinin uzun kenarından iki buçuk metre yükseklikte bulunan üstü çeyrek çember şeklindeki plastik çatıyla kaplı balkon, koridor karışımı ara geçitte, Nuriye Hoca’nın her anlattığı pasajdan sonra verdiği nefes alma ve sonraki anlatacağını düşünme aralığında aynı tepkiyi veriyordu. O zoraki gülümsemeye öylesine alışmıştı ki, küt ve kabartılmış saçlarını ara sıra eliyle karıştıran elli dört yaşındaki kart Nuriye’nin anlattıklarının neredeyse hiçbirini dinlemiyordu. Fakat dinlemezken dinleme konusunda öylesine ustalaşmıştı ki, muhatabı onun, o sırada başka bir şey düşündüğüne asla ihtimal veremezdi.

Halel bir dinleme metodu geliştirmişti. Muhatabının doğrudan gözlerinin içine bakıyordu. Bu sırada kafasını on derece kadar sola eğik tutuyordu. Beş saniyede bir kafasını “Anladım” ya da “Doğru söylüyorsun” der gibi yukarı aşağı sallardı. Muhatabının verdiği her ufak aralıkta, muhatabının o anki moduna göre ya gülümser, ya pıf sesi çıkararak gülümser ya da dudaklarıyla bir şeyi ısırır gibi yapardı. Beyni de otomatik olarak muhatabının anlattığı konudan anahtar kelimeleri zihninde depolar ve o anahtar kelimeler üzerinden yine otomatik olarak sorular sorarak konuyla ilgili olduğunu belli ederdi. Beyni de bu metodu tıpkı araba kullanmak gibi otonom sinir sistemine aktarmıştı. Yani Halel bu metodu uygularken, yapacaklarını sırasıyla düşünmüyor, tüm sürece nefes almak gibi kendiliğinden gelişiyordu.

Peki Halel bu sırada ne düşünüyordu?

Asıl can alıcı soru bu çünkü sandığınız gibi hayatla ilgili derdi tasası olan bir çocuk değildi. Sadece göz önünde bulunmak istiyordu. Bunun için de bir çaba gösterdiğini söylemek zor. Bu yüzden aklında gezen düşünceler, yapacakları değildi. Bu şekilde, zoraki olarak dinlemek ve onaylamak zorunda olduğu insanlarla konuşurken aklına hep aynı düşünce geliyordu.

Halel, bir anda aklında şu sahneyi canlandırıyordu. Karşısındaki kişi şevkle ona çok önemsiz bir konu anlatırken ve gülümserken birden gözlerinin karardığını hayal ediyor ve ona bir anda kuvvetli bir tokat atıyordu. Ya da birden boğazına sarılıp, nefes almaya çalışan kurbanını seyrediyordu. Ama öldürmeden bırakıyordu çünkü bunu yapmasındaki amaç, bir saniye önce ona güvenen, seven muhatabının o andan sonra onun hakkında ne düşüneceğiydi.

Yani diyebiliriz ki, Halel aslında muhataplarının güvenlerini sarsmak istiyordu. Gerçekten de bir Hızır kadar güvenilir bir tipti. İnsan Halel’e güvenmeyecekse, kimseye güvenmemeliydi. Halel bir yamuk yapsa, Leyla bile Mecnun’u aldatır, Mecnun porno izleyip mastürbasyon yapardı. Halel de bunu biliyordu ve bu yüzden ona inanılmaz güvenen, bir anda onu acayip seven muhataplarına, onların güvenini sağlamak için yapmak zorunda olduğu zoraki gülümsemeler ve jestlerden sıyrılıp sıkı bir yumruk atmak, onu öldürmeye çalışmak ve bu sayede de onların birkaç saniye içindeki değişen düşüncelerine şahit olmak istiyordu. Halel aslında sadece basit bir kötü olmak istiyordu.

Bu sahneyi o kadar zevkle yaşıyordu ki, sahnenin sonlarına doğru istemsizce gülümsüyordu. Fakat bu konuda da kendini geliştirmiş ve bu sahnenin sonlarını tam da muhatabının “İşte burada gülmeniz gerekiyor” diye hissettirdiği yere denk getiriyordu.

“Öyle değil mi Halel’ciğim. Yanlış mıyım?”

Halel gülümseyerek, on derece eğik kafasını sağa doğru çevirdi. Nuriye bembeyaz porselen dişleriyle sırıtarak kafasını sola doğru çevirdi. Kendisini saygıyla dinleyecek birini bulmayı çok seviyordu. Bakkaldan görmediği saygıyı okuldaki öğrencilerinden ve okula gelen eski öğrencilerinden görüyordu.

Halel, kapüşonunda çakma bir kürk bulunan mantosunun göğüs hizasındaki ceplerinde duran ellerini dışarıyı çıkardı. Nuriye Hoca halen gözlerinin kenarlarındaki kırışıklara aldırmadan gülümsüyor ve soldaki sekreterlik tabelasına bakarak bir sonraki esprisini düşünüyordu. Bulduğunu anlatır bir kaş kaldırma hareketiyle, kafasını tekrar Halel’e doğru çevirdi ve ağzını açtı.

“Ah Halel’ciğim, ben gençken sadece tiyatro vardı. Biz tiyatroya gitmek için tüm haftaki harçlığımızı idareli harcıyor, en güzel elbiselerimizi giyiyor ve tiyatroya öyle gidiyorduk. “

Halel yine gülümsedi. Ve artık o an gelmişti. Nuriye tam da o an saçmalarken, onu dövdüğünü, aşağıladığını hayal edebilirdi. Gülümserken birden gözleri karardı. Nuriye’ye kuvvetli bir tokat attı. Nuriye porselen dişleriyle sırıtırken, birden kafası “Sekreterlik” yazan tabelaya doğru döndü ve dönmesiyle tekrar eski yerini alması bir oldu. Bu arada Halel’in tokat atma olayında en ilginç bulduğu konu buldu. Tokat atılan surat, neden eski pozisyonunu alıyordu? Sanki boyun yaylı bir mekanizmadan oluşuyormuş da, tokat atıldıktan sonra eski yerini mecburen alıyormuş gibi düşünüyordu. Hele ki Türk dizilerinde tokat atılan kişinin suratının tokat atılan yönde kalması ve oyuncuların gözlerini “Ulan nasıl tokat atarsın bana” der gibi kapamalarına uyuz oluyordu. Çünkü tokat atılan surat, eski pozisyonuna geri dönerdi.

Her neyse. Nuriye’nin suratı aynı yerine geri gelmişti. Ama gözleri de fal taşı gibi açılmıştı. Ağzındaki gülümseme, O  harfine dönüşmüştü. Halel daha yeni başlıyordu halbuki. Saçlarını sol eliyle, Nuriye’nin başının arkasından kavradı. Kadının başını arkaya doğru çekti ve sağ elini yumruk yapıp, tam suratının ortasına tüm gücüyle vurmaya başladı. Burnu kırılıp, içinden kan fışkırana kadar vurdu. Üstüne başına bile bulaşmıştı kan. Burna yumruk atılınca, kan nasıl o kadar fışkırır bir anda? Bu sorunsal da, anlam veremediği konulardan biriydi.

Nuriye artık kendinden geçmişti. Kim bilir o anda Halel hakkında ne düşünecekti? “Ulan Halel! Bunu nasıl yaparsın. Hiç de tahmin ettiğim birisi gibi çıkmadın.”

Halel, ağzı kanla dolmuş Nuriye Hoca’yı yere yatırdığını düşündü. Nuriye kendinden geçmişti. Sert tabanlı botunun topuğuyla Nuriye’nin suratına tekmeler atmaya başladı. Yaklaşık on bir tekme attı. Nuriye’nin burnu yok olmuştu. Düz ve kan içinde bir burun varmış gibi gözüküyordu.

Halel, eserine baktı. “Acaba şimdi ne düşünüyordur?” diye söylendi içinden kahkahalar atarak. “Dur ya biraz daha oynayayım” dedi ve cebinden anahtarını çıkardı. Daha sivri olan dış kapı anahtarını tuttu ve kadının üst göğsüne sert darbeler vurmaya başladı. En sonundaysa anahtarın sivri ucuyla kadının tam şakağının üstünde sinirlerinin toplandığı noktaya vurdu ve kadının beş saniye içinde ölmesini sağladı.

Sonra da ayağa kalktı ve tekrar gözlerini karartarak, nefret ettiği ana geri dönmeye hazırlandı.

Gözlerini kararttı. Tekrar açtı. Karşısında şampanya renginde bir bina kolonu vardı. Önce bir şaşırdı. “Nuriye Hoca nerde?” diye düşündü. Arkasına baktı. Arkasında da, balkonun sonundan sanki yapının içinden fışkırıyormuş gibi duran üç kavak ağacı vardı. Tekrar önüne baktı. O anda ayaklarının dibinde bir şeye dokunuyor olduğunu hissetti.

Yere doğru baktı. İlk önce gördüğünden emin olamadı. Yerde ayaklarına doğru süzülen bir kan şeridi vardı. Kan şeridinden yukarıya doğru bakıldığında bir bedene ulaşılıyordu. Bedenin kafasına baktı. Tam olarak tanıyamadım. Çünkü burnu yok olmuş, suratı dağılmış ve göğsünde bıçak darbesi olmadığı belli olan yara alanı geniş boşluklar vardı.

“Hassiktir!”

“Hassiktiiiiiir!”

“Ulan hassikkktiiiiiiiiiiiiiiiir!”

Halel halen vücudun pozisyonunu bozmamış olduğu halde yerde duran Nuriye’nin cesedine bakıyordu. Ceset hayal kırıklığına uğramış olduğu her halinden belli olan gözlerle tavana bakıyordu. Belli ki Halel hayalle gerçeği karıştırmış ve Nuriye’yi gerçekten öldürmüştü.  Kadın beyninin pekmezi dahil, vücudundaki her akmış sıvıyla ayaklarının dibinde yatıyordu.

“Nasıl böyle bir hata yaptım lan ben. Lan bir dakika! Şimdi benim hayal gerçek olduysa, gerçek nereye gitti?”

Halel bunu düşünüp, yerde az önce sırıtan ama şimdi şok içindeki gözleri ve dümdüz olmuş burnuyla tavana bakan cesede bakıp sırıttı. Kafasını on derecelik açıyla yana eğdi ve sırıtmaya devam etti.

“Vay anasını! Hayalle gerçek bir aradaymış ulan.”

PRÖMİYER

Kimse bir ay boyunca Nuriye’nin nerede olduğunu merak etmedi desem inanmazsınız. O yüzden gerçekten olanı söylüyorum. Nuriye, çok gerzekçe öldürülmeden önce bir aylık izin almıştı. Halel de bunu o sıradaki muhabbetten ötürü biliyordu. Hatta yukarıdaki konuşma yapılırken, o günün Nuriye’nin tatile çıkacağı gün olduğunu biliyordu.

O da cesedi, sürükleyerek, tatil günü olduğu için bomboş olan okulun merdivenlerinden aşağıya indirmiş ve tiyatro salonunun kulisindeki derin dondurucunun içine atmış ve derin dondurucunun ağzını da kilitlemişti. Çılgın bakire ve bekar Nuriye’nin arkadaşı da olmadığı için kimse durumdan şüphelenmemişti.

Ceset bir ay boyunca orada kaldı. Bir ay sonra Nuriye’nin iş başı yapacağı günün öncesineyse oyunun prömiyerini ayarlamıştı. Aslında yetenekliydi çünkü on yedi kişilik, yaşları on üç ve on yedi arasında değişen çocukları bir ay içinde tiyatro oyununu çıkaracak şekilde hazırlamıştı.

Oyun akışına göre son sahnede, başrol oyuncusu olan Efkan, tavandan onun üstüne düşen ve bütün oyun boyunca sevdiğine kavuşmasını engelleyen doğa üstü varlığın, aşkın önüne geçmeye çalışan kötü cadının burnunu ezerek, mutlu sona ulaşıyordu. Sarı saçlı ve duygusal görünümlü on altı yaşındaki piç Efkan’ın en sevdiği sahne de buydu. Hayatında hep kötü olmak, birilerini dövmek istemişti. Zaten yakışıklığı olduğu için kızlar ona hastaydı ama bir de adam dövse daha da karizmatik olacaktı. Bu yüzden bu sahneye çok iyi çalışmış, prömiyerde kafasına sürpriz bir şekilde düşecek olan Nuriye’yi dövecekti. Halel Hoca’ları ona Nuriye’nin sadece prömiyerde çıkacağını, rol gereği yüzünde koruyucu maske olacağını, ancak güzel bir makyaj yapıldığı için asla belli olmayacağını, istediği gibi vurabileceğini ve bunu kimseyle paylaşmaması gerektiğini, sürprizin bozulmasından korktuğunu söylemişti.

İstanbul’un seçkin ve hepsi Taksim’e on beş dakika mesafede olan sitelerinden gelen aileler, bütün prömiyer boyunca, komik olmaktan fersahlarca uzakta olan rezalet oyunu gülümseyerek izlemiş, kimi de bütün oyunu baştan sona dijital kameraya titreyen eliyle kaydetmişti. Daha sonra izleyecek olsalar bile, titreyen kadrajdan dolayı “Ay Parkinson mu var sende?” esprilerinden dolayı, görüntüyü izleyemeyeceklerdi.

Son sahneye geldiklerinde Efkan çok heyecanlaydı. Tiradı geldiğinde ellerini göğe doğru açtı ve bağırdı.

“Ey şeytanların kraliçesi. Sevdiğimin kanını içtin, benim kanımı içtin. Sevgilimin dudaklarıyla benim dudaklarımın arasına görünmez perde koydun. Sen kötüsün. Sen aşağılıksın. Aşkın kutsal kanını, kadehine şarap yaptın. Aşkımızı içtin de doymadın. Sen bana acı yaşattın, ben de sana acı yaşatacağım. Eğer biraz olsun cesaretin varsa, kulun önüne çık ve kendini göster. Ben de sana, aşkımın kirli kanıyla cevap vereyim.”

Halel de bu sırada sahnenin üstünde, demir desteklerin arasında kollarında tuttuğu, oyundan birkaç saat önce yukarıya çıkarıp üstünü battaniyeyle örttüğü Nuriye’ni cesediyle duruyordu. Efkan’ın söylediği son cümleyle birlikte cesedi aşağıya bıraktı ve ceset tam da Efkan’ın kafasının üstüne düştü. Efkan bu kadar sert bir düşük beklemiyordu.

“Yuh ulan. Biraz yavaş inseydin. Gerizekalı karı.” diye düşündü ama rolünden de kopmadı. “Al sana aşağılık şeytan” diye bağırarak kınındaki sarımsak dövme tokmağıyla Nuriye’nin suratına vurdu. Defalarca vurdu. Kadının buzluktan çıkmış suratı, eski dağılmış haline döndü, hatta daha da dağıldı.

Velilerse sahneyi dehşetle ve gülümsemeyle izliyorlardı.

Efkan kadını rol icabı öldürdüğünden emin olduktan sonra ayağa kalktı ve seyircilere döndü.

“Artık sevdiğimle aramda kimse kalmadı.” dedi ve seyircilere göre solunda kalan Burcu’yu belinden tutup, dudaklarına yapıştı. Burcu’nun babası bu duruma çok bozuldu.

Tam bu esnada Halel sahneye atladı. Müthiş bir panikle cesede doğru koştu ve cesedin başında diz çöktü. Elleri saçlarının içindeydi ve suratında dehşet ifadesi vardı.

“Ne yaptın sen Efkan? Ne yaptın? Öldürdün onu! Öldürdün Nuriye Hoca’yı? Bu nasıl yamyamlık Efkan, lanet olsun sana, o kadar hızlı vurmamanı söylemiştim. Nuriye Hoca’yı sevmiyorsan bu rolden vazgeçebilirsin. Çok tehlikeli bir rol demiştim sana lanet olası. Nasıl yaptın bunu?” diye histerikçe bağırdı.

Herkes şok içindeydi. Efkan repliğini unutmuş bir oyuncu bakışlarıyla Halel’e bakıyor, arada da öldürdüğünü sandığı cesede bakıyordu. Burcu’ysa, samimi öpücüğün etkisinde, Efkan’la sinemada nasıl yiyişeceklerini hayal ediyordu. Alkışlamak için ayağa kalkmış Efkan’ın babasıysa, fark ettirmeden usulca yerine oturdu.

SON

Hiç dallamalık yapmanın alemi yok. Burada ben öyle diyorsam öyledir. Nuriye Hoca’ya otopsi yapılmadı. Yapılmayınca yapılmıyor. Efkan ıslahevine gönderildi. Islahevinden sonra da yedi sene cezaevinde yattı. Yirmi beş yaşında tahliye olunca yapımcılar peşinde koşturdu. Ünlü bir oyuncu oldu. Ünlü olma serüveninde gazetelerin olayı “Amatör oyuncunun tutkulu tiyatro aşkı cinayeti getirdi” haberlerinin ve Efkan’ın yakışıklı fotoğraflarının internet haber sitelerinde boy boy yayınlanmış olmasının çok etkisi vardı.

Halel, kırtasiye açtı. Halen “Ulan kafamı sikeyim. Keşke ben öldürdüm deseydim” diyor.

2 yorum:

  1. birine sadece bir kere yumruk atmanin nasil bir his oldugunu cok merak ediyordum. okudum daha da merak ettim. birini dovecegim, yakindir. (elbrik)

    YanıtlaSil
  2. pedercim eski günlerinden uzaktasın. nerde o 2000 ruhu ?

    YanıtlaSil